Hayatı yavaşlatabilir miyiz?
Merhaba Sevgili Relater,
Ben Relate içerik ekibinden Psikolog Ece Karya Özkan. Görüşmeyeli nasılsın? Her şey yolunda mı?
Bana sorarsan, bir süredir peş peşe bir şeyler halletmeye çalışmaktan yorgun ama sanki içten içe de sanki fazla bir şey yapmamışım gibi hissediyorum derdim. Sanırım insanın bazen hayatın ne kadar ilerlediğini ve yetişmek için ne kadar koşturduğunu anlaması için durup tüm bu manzaraya biraz dışarıdan bakması gerekiyor. Mesela bir arabanın içinde olduğumuzu hayal edelim. Eminim en az bir kere hepimizin başına gelmiştir: Otoyolda bizimle aynı hızda giden arabaları sanki hiç hareket etmiyorlarmış gibi algılarız. Ancak tam o esnada bu otoyolun yanındaki tarlada oturup yoldan geçip gidenleri dışarıdan sakince seyreden komşu köylü bir amca olsaydı tüm bu hareketliliği gayet olduğu gibi algılardı. Algımızdaki bu farklılık bağıl hız gibi fizik kurallarıyla uzun uzun açıklanabilir tabii ama kafamızı çok da bulandırmadan konumuza dönelim biz. Var olan temponun içinden kendimize baktığımızda bir şeyleri bire bir olduğu gibi göremeyebiliyoruz. Bazen o amca gibi hayatı biraz yavaş yaşamaya ve çalıların arasında oturup yolun nasıl akıverdiğine dışarıdan bakmaya ihtiyaç duyuyoruz. Ben de bültene başlarken ismimin önüne yeni eklenen psikolog ünvanına baktığımda hayatın benim için aslında ne kadar da hızlı gittiğine ikna olmuş oldum. Bu hafta da hayatı yavaşlatmak üzerine konuşmak istedim.
Hayatın çok hızlı aktığı, herkesin sürekli bir yerlere koşturduğu ve aşırı çalışarak hayatta çok şey başarmanın kutsal bir değer olarak kabul edildiği günümüz koşuşturma kültürüne, yani bir diğer tanıdık ismiyle hustle culture’ına bir tepki olarak karşımıza çıkan “Yavaş yaşam” ya da “Slow living” akımını muhtemelen duymuşsundur. İş yerine daha hızlı gitmek için araba kullanmak yerine evden biraz daha erken çıkıp bisiklet kullanmak ya da ihtiyacımız olandan daha fazla şey tüketmemek gibi günlük yaşam pratiklerini içeren bu akım, ulaşılacak sonuca ve bu sonuca olabilecek en hızlı şekilde ulaşmaya odaklanmak yerine hayatı yavaşlatmayı ve içinde bulunulan anın sunduğu güzellikleri fark etmeyi merkezine alıyor. Her ne kadar kulağa güzel ve ferahlatıcı gelse de bu yaşam tarzını benimseyebilmek bazen pek mümkün gözükmeyebiliyor. Sonuçta sabah 9 akşam 5 çalışıyorsak, bütün modern profesyonel yapılar gibi bu iş de hız ve verimliliğe dayanıyorsa ve belirli ekonomik gerçeklikler ile karşı karşıyaysak hayatı ağırdan almak kulağa ayrıcalık ve imkanlarla ilgili bir meseleymiş gibi gelebiliyor. Ancak her ne kadar hayat şartlarımızı makro ölçekte değiştiremesek de modern yaşamın insanı sürekli tetikte tutan stresinden arınabilmek için hayatı biraz olsun yavaşlatmak hem mümkün hem de gerekli. Çünkü kronik stres uzun vadede hem mental hem de fiziksel sağlığımızı o kadar olumsuz etkilebiliyor ki sağlığımızla ilgili problemlerle karşılaşıp hayatı mecburen yavaşlatmak durumunda kalabiliyoruz. Sonuçta biz bilinçli olarak seçmesek bile bedenimiz bir noktada bize “Dur, biraz yavaşla.” diyebiliyor. Eh, o noktaya kadar bir yandan hayatı da kaçırmış oluyoruz.
Peki her şeye rağmen hayatı yavaşlatabilmek için yapabileceğimiz neler var?
Dünyaya dikkatimizi vermek: Metrobüste eve dönerken telefonumuza gömülmek yerine camdan şehri izlemek ya da boş zamanlarımızda bir kafede oturup yetişmeyen işleri halletmek yerine sokakta yaşananları, gelen geçenleri ve şehrin hareketliliğini izlemek kulağa nasıl geliyor? Kısacası etrafımızda olan bitene kulak kabartmaktan bahsediyorum aslında. Sonuçta hayat ulaşmaya çalıştığımız hedeflere ulaştığımızda başlamıyor. Hayat tam şu anda yanı başımızda akıp giden böyle minik anlardan oluşuyor. Onları fark ettiğimizde aslında hayatı fark etmiş olmuyor muyuz?
Farkındalıkla yemek: Bazen öğle arası dönüşünde işe geç kalmamak için yemeğimizi hızlı hızlı yiyebiliyor ya da güzel bir alışveriş yapıp kendimize yemek hazırlamaya vakit bulamadığımız için dışarıdan yemek sipariş verebiliyoruz. Veyahut da yemeğe vakit ayıramadığımız için bir yandan iş yaparken bir yandan yemek yiyebiliyor ya da her öğünümüzde karşımızda izleyebileceğimiz bir şeyler olmasına ihtiyaç duyabiliyoruz. Ancak hal böyle olduğunda ne kadar yediğimizi ve ne yediğimizi anlayamıyor, yemeğimizden yeterince keyif alamadığımız gibi ağzımızda ya da midemizde oluşturduğu farklı hisleri fark edemiyoruz. Bunun yerine haftada bir saatimizi yerel ürünlerin satıldığı mahalle pazarlarından alışveriş yapmaya ayırmak ve kendi yemeğimizi kendimiz pişirmeye özen göstermek ise hem çevresel sürdürülebilirliğe destek oluyor hem de farkındalıkla yememizi sağlıyor. Yemek yerken bir yandan dizi izlemek ya da işle ilgilenmek yerine sessizliğe izin verip yalnızca yemeğimize odaklanarak yediğimizde hem yemeğin tadını daha iyi çıkarıyor hem de o anda kalarak zamanı yavaşlatmış oluyoruz.
Hayır diyebilmek: Bazen hayatın bu hızlı ve yoğun akışının bir sebebi de başkalarının bizden beklentilerinin hepsini yerine getirmeye çalışmak olabiliyor. Hal böyle olunca kendimizi bir işten öbürüne koşarken nefes nefese kalmış ve tükenmiş bulabiliyoruz. Sonuçta tükenene kadar bünyeye yüklenmek de normal kabul ediliyor. Oysaki kendimize ayıracağımız vakitten çalacak olan tekliflere hayır diyebilmeyi öğrenmek ve işimizle özel hayatımız arasında net sınırlar çizmek önem taşıyor. Her ne kadar sınır çizmeye alışık olmayan biri için hayır demeyi öğrenmek başta zor gelse de Relate uygulaması içerisinde yer alan “Sınır Koymayı Öğrenmek” yolculuğunun tam da bu amaçla, sana attığın bu adımda destek olmak için geliştirildiğini hatırlatmak isterim.
Sakin bir sabaha uyanmak: Sabah uyandıktan sonra geçirdiğimiz ilk bir saat günümüzün kalan ritmi üzerinde de belirleyici oluyor. Eğer işe geç kaldığımızı düşünerek alelacele uyandıysak ve ilk bir saati telaşla yetişmeye çalışarak geçirdiysek günün kalanında da stresli ve aceleci olabiliyoruz. Günlük yapmamız gerekenleri halletmeye başlamadan ya da işe gitmeden önce kendimize sakince geçirmek için ayıracağımız bir saatlik zaman ise günümüzün kalanında da daha berrak bir zihne sahip olmamızı, daha sakin kalmamızı ve daha huzurlu hissetmemizi sağlıyor. Kokusunu içine çekerek içilen bir kahve, on dakikalığına da olsa yapılan bir sabah egzersizi, ılık bir duş ya da Türkçe’ye “Sabah sayfaları” olarak çevirilen bir morning pages alışkanlığı tüm bu keşmekeşin içinde yine de hayatı yavaşlatmayı mümkün kılıyor.
“bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada”
İranlı ünlü kadın şair Füruğ Ferruhzad’ın bu şiirinden alınan ismiyle Rüzgar Bizi Sürükleyecek (The Wind Will Carry Us), 1999 yılında çıkan ve Abbas Kiyarüstemi’nin yönettiği enfes bir İran filmi. Bir İran köyünde geçen bu film, bize sıradanlığın duru güzelliğini çalıların arasındaki bir kaplumbağanın yolculuğunda ve kuyu kazan bir köylünün toprağın altından yeryüzüne yükselen şarkılarında anlatıyor. Sinemanın bir sanat dalı olduğunu kanıtladığına dair üzerine birçok kez yazılıp çizilen bu film; yaşam, ölüm, aşk, canlılık, modernite ve geleneksel olan gibi birçok temayı sadelikle işlemeyi eşsiz bir şekilde başarıyor.
"Var olmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu, her şeyin bir geçiş halinde olduğunu, hareket etmenin yaşamımızın asıl doğası olduğunu kabullenirsek, bir hedefe saplanmaktan vazgeçersek, yaşamı daha iyi kavrayıp, ondan daha çok tat alabiliriz."
-Abbas Kiyarüstemi
Şimdi sevgili Relater, lütfen bana “Bize ikidir İran filmi öneriyorsun, bayılacağım vallahi sıkıntıdan.” deme çünkü cevabım hazır: Hayatta bazen sıkılırız ve bu kötü bir şey değil. Bana kalırsa bir filmde sıkılıyor olmak filmi kötü yapan bir şey olmuyor her zaman. Çünkü zaten ardı arkası gelmeyen ve bizi eğlendirmek için kurgulanmış bir olay akışı hayatta var olan bir şey değil. Belki sıkılmayı ve sıkılmanın ya da sessizliğin verdiği rahatsızlık hissi ile kalabilmeyi de öğrenmek gereklidir. Sonuçta hayatı yavaşlatmak için sürekli olarak dopamin salgılamayı beklemememiz gerekiyor. Hatta Ocak ayında ekibimizden Psikolog Alara Tanfer’in yazdığı bir bültende Dopamin Detoksu’ndan da bahsetmiştik. Böylece bu hafta görmen gerekenlerde fırsattan istifade eski bir bültenimizi de önermiş olayım.
Benden bu haftalık bu kadar diyelim.
Tekrar görüşene kadar sana pencerenden gelen kuşların sesini fark ettiğin, etrafına görmek için baktığın ve bir bardak suyu bile hissederek içtiğin günler diliyorum! Kendine çok iyi bak.
Sevgiler,
Karya