Ördek sendromundan muzdarip olabilir misin?
Merhaba Sevgili Relater,
Ben Relate içerik ekibinden Karya. Lisans hayatımın son finallerinin de bittiği ve artık kendime mezuniyet elbiseleri bakmaya başladığım bu dönemde dönüp bir geriye bakayım dedim. Ve gözlemlerim sonucu son 5 yıldır hem kendimde hem de çevremde gözlemlemlediğim bir durumu kaleme alayım dedim bu hafta. Ördek sendromu, ilk kez Stanford Üniversitesi’ndeki öğrencilerde gözlemlenip literatüre geçse de lisans hayatımı geçirdiğim Boğaziçi Üniversitesi’nde, başka üniversitelerde, profesyonel hayatta, sosyal medyada ve gündelik yaşamımızda da kendini gösteriyor. Çünkü kaynağını sıkı çalışma, başarı ve toplumsal statü gibi değerlerden alıyor.
Hiç doğa ile baş başa kalmak için göl ya da dere kenarına gittiğinde suyun üstünde sakin ve zarif bir şekilde süzülen ördekler gördün mü? Bu ördeklere baktığımızda suyun üzerinde zahmetsizçe süzülür gibi görünürler. Oysaki, suyun üzerindeki bu huzur dolu tablonun ardında dışarıdan göremediğimiz bir gerçek gizli: Su yüzeyinde kalmak için haldır haldır çırpılan ayaklar. Biraz yaklaşıp dikkatli baktığımızda ördeklerin gerçekte nasıl bir efor harcadığını görebiliyoruz. Ördek sendromu da ismini ördeğin suyun üzerindeki dingin süzülüşü ile suyun altındaki yoğun eforu arasındaki zıtlıktan alıyor. Stanford Üniversitesi’ndeki öğrencilerin, akademik hayattan sporsal faaliyetlere kadar birçok farklı alanda olağanüstü bir başarı göstermelerinin yanı sıra sosyal olarak da aktif oldukları görülüyor. Tüm bunları başarmak için devamlı sabahlasalar, tükenseler ve mental olarak zorlansalar da dışarıdan bakıldığında rahatça her şeyi hallediyormuş gibi görünebiliyorlar. Akranlarının her şeye kolayca yetişebildiğini gören diğer öğrenciler ise zorlandıkları anlarda kendilerini yetersiz hissedebiliyor ve arka planda yaşadıkları sıkıntıları gizlemeyi tercih edebiliyorlar. Böylece bu durum, her yeni gelen öğrenciye aktarılan bir kültüre dönüşerek sürdürülüyor. Bu da, öğrencilerin kendilerini yalnız hissetmelerine ve hayatlarını kolaylaştırabilecek sosyal destek mekanizmalarından mahrum kalmalarına sebep oluyor. Bu durum sana da bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Sosyal medya uygulamalarının da yaygınlaşması ile hayatımızın içine işleyen Ördek Sendromu; ekonomik kriz, toplu işten çıkarmalar, ekolojik felaketler, savaşlar ve depremler derken kendimizi içerisinde bulduğumuz krizlerin mental sağlığımız üzerinde bıraktığı izleri derinleştiren bir rol oynuyor. Bir uygulamada profilimizi başarılar süslerken diğerinde gittiğimiz güzel yerler ve mükemmel arkadaş grubumuz süslüyor. Elbette, sosyal medyada eğlendiğimiz güzel bir günden ya da tatilden fotoğraflar paylaşmayı tercih etmemiz oldukça anlaşılır. Sonuçta, neden metrobüsteki sıkış tepiş atmosferde nasıl ayakta kalmaya çalıştığımızı fotoğraflayıp paylaşalım ki? Patronumuzdan kötü bir geri bildirim aldığımızı ya da mobbing’e uğradığımız için işten istifa ettiğimizi paylaşmaya gerek var mı? Ancak sosyal medya mecralarında el birliğiyle oluşturduğumuz bu ulaşılması imkansız kusursuz hayat portresi, kendimizi yalnız ve yetersiz hissetmemize sebep olabiliyor.
“Herkesin hayatı yolunda. Herkes yolunu bulmuş ve bunu zorlanarak değil de sakince başarmış gibi. O halde sorun bende olmalı, bende bir şeyler eksik olmalı ki süreç benim için bu kadar sancılı geçsin.” diye düşünebiliyoruz. Bu durumdayken biz de hayatın pürüzlü yanlarını yansıtmayıp kendimizi en iyi halimizle resmedebiliyor ve aslında döngüyü devam ettiriyoruz. Yalnızca sosyal medyada değil; iş yerinde, okulda ya da günlük hayatta yaptığımız sohbetler içerisinde de aynı kültürü ilmek ilmek işliyoruz. Bu da maalesef toplumca kendimizi daha yalnız hissetmemize ve birbirimizle daha derin bağlar kurmakta zorlanmamıza sebep oluyor. Aynı mücadeleleri versek de bir türlü bir araya gelemiyor ve birbirimize destek olamayarak hayatı olması gerekenden daha zor bir şekilde deneyimleyebiliyoruz.
Bu kültürü tek başımıza değiştirmek pek mümkün olmasa da daha samimi bir iletişim biçimini benimseyerek çevremizdekilere de örnek olabiliriz. Mesela:
“Nasılsın?” sorusuna doğru cevabı vermek: Bu soru o kadar da yakın hissetmediğimiz birinden gelince “Ne gerek var şimdi?” diye düşünerek daha jenerik yanıtlar verebiliyoruz. Ancak böyle durumlarda da çok detaya inmeden “Bu aralar çok iyi hissetmiyorum ama eğer merak ediyorsan belki bir ara daha uygun bir zamanda bir kahve içip konuşabiliriz.” diyebiliriz.
İyi bir dinleyici olmak: Hepimiz duygularımızın duyulmasına ihtiyaç duyuyoruz. Bizi gerçekten dinleyen birini bulmak, çözülüvermemize ve karşımızdakiyle bizi daha da yakınlaştıran şeyler paylaşmamıza ön ayak olabiliyor. Bu sebeple iyi bir dinleyici olmak, birbirimize destek olabilmemize ve daha açık iletişim kurabilmemize yardımcı olabiliyor!
Mental sağlık hakkında konuşmayı tabulaştırmamak: Elbette güvende hissetmediğimiz sosyal ortamlarda kırılganlıklarımızı açmak zorunda değiliz. Ancak güvendiğimiz insanlarla çevriliyken mental sağlık üzerine konuşabilmek sevdiklerimizle daha derin bir bağ kurmamızı sağlayabileceği gibi bize ve çevremizdekilere hayatta daha güçlü hissettirebiliyor.
Bu hafta kendimizi başkalarıyla kıyaslamak, mükemmeliyetçilik ve yetersizlik hissi gibi konulardan bahsetmişken sana Psikolog Dr. Gizem Sürenkök’ten “Yeterli Hissetmeyi Ben Nereden Bileyim?” podcast’ini önermek istedim.
Ayrıca, Relate uygulamasını kullanarak “Eleştirel İç Sesi Susturmak” ya da “Kendi Değerini Keşfetmek” gibi yolculuklara çıkabileceğini de hatırlatmak istedim. Eğer sen de Ördek Sendromu dediğimiz bu durumun içinde olduğunu hissediyorsan yalnız değilsin! Bu, hepimizin içten içe deneyimlediği bir durum olduğu gibi biz de Relate ekibi olarak destek olmak için yanındayız.
Bu haftalık benden bu kadar! Bir dahaki buluşmamıza kadar sana dertlerinin paylaştıkça azaldığı ve mutluluğunun paylaştıkça arttığı günler diliyorum. Kendine çok iyi bak.
Sevgiler,
Ece Karya Özkan